Siirler.Biz

Şair’ül İslam Yunus Kokan – Vecizeler 3

401) Yoktur bu dünyaya, ikinci bir geliş. Bak, gör her şey O’nu anlatır insana. Düşün ve aklet! Hikmet ise dilindeki naklet! Bize düşen, sabır ile şükrediş, Melek-ül Mevt’e: “Hoş geldin!” diyebiliş.

402) Menfi millet zillet, müsbet millet izzet. Gün gelir bizi de bir anlayan çıkar elbet.

403) Eğer gaye ise, görmek bir mucize. Bak, kendine öyleyse, gör binbir mûcize!

404) Görmüyorsa haramı eğer bir göz, söylenmese de tek bir söz, yüzden okur yüreği, elbette o masum göz.

405) Hakkı ikrar içindir, övgü Allah içindir. Gayrısı niçindir?

406) En sevmediğimiz iş körü körüne taklittir. Ve en sevdiğimiz iş şevk ve zevk ile tahkiktir.

407) Mesleğimiz tevazudan mürekkep, ilmiyle amel etmeyen olur merkep.

408) Aldanma, fani dünyaya! Bırakır insanı yarı yolda yaya.

409) Büyük israftır boş durmak, hırs nefis için yorulmak, şevk Allah için koşturmak.

410) Resûlullah rahmet saçar, mümin yürek güller açar. Gafil hidayetten kaçar, Hutame kolları açar.

411) Nakış alkışlar nakkaşı, resim gösterir ressamı. Olmaz mı hiç şu hikmetli bedenin nakkaşı ve şu sanatlı simanın ressamı?

412) Haramdır, günahtan bir damardır, piyango kumardır, Müslüman uzak dur!

413) Tahakküm düşürür esfel-i safilîne, istişare götürür a’lâ-yı illiyyîne.

414) Asık surat, çatık kaş, sanki kendi verir aş. Kendine gel arkadaş, olma Karun’a yoldaş!

415) Kişiliğini bulunduğu koltuktan alanlar, şüphesiz onlardır karakter mahrumu olanlar.

416) Süslü dünyaya kandık, o tüccardan ne aldık? Aldandık, hep onu andık! İşte kabre vardık, amellerimizle baş başa kaldık.

417) Yâ Rabbena! Hamd yalnız Sana, övülmekten yana, sığındım Sana.

418) Övülmeye layık olan ancak Allah’tır.

419) Muhabbetten Muhammed etti sudur, Muhammed’e muhabbet olur sürur, Muhammedsiz muhabbette yoktur huzur.

420) Dil ile esfel-i safilîn, dil ile a’lâ-yı illiyyîn, dil ile derin deniz görüne, dil ile girersin gönüle, dostun da düşmanın da o dil ile.

421) Adalet kalem oldu, satırlar hikmet doldu. Hikmetsiz adalet soldu, oldu dalalet.

422) Ben Sen’den bir eser, aşkın eder beter. Yûnus Sen’i diler. Lütfet, cemalin göster!

423) Ey kalp! Ne diye yoruldun?
– …
Dinledim, ben de duydum. Üslupta virüsler buldum, formata ihtiyaç duydum.

424) Ne haddi aşar mezhepleri reddederim, ne de onları müstakil bir din zannederim.

425) Dediler: Referansın kim? Dedim: Hakikaten Allah Azze ve Celle, kavlen ve amelen ahlâk-ı Muhammedi, zahiren Abdullah İbni Âdem.

426) Dünya hayatı bir sürgün, gün gelir biter sayılı gün. Öleceğiz, döneceğiz Rabbimizi göreceğiz.

427) Malum telkin yapışları, Azrail’in bakışları, kalbimin son atışları, vuslata can atışları, Rabbime koşarım, Ma’buduma uçarım.

428) İlim deryasına daldım, ben hilmi senden aldım. Yâ Resûl, sana hayran kaldım!

429) Ferşten yükselir Arş’a, binler dil ile tövbe, dua, niyaz. Arş’tan iner ferşe, sonsuz hikmetle rahmet-i serfiraz.

430) Ben istemem makam mevki, Rabbim Sen sev yeter ki. Kabir ne güzel bir ev ki, seyredilir cennetteki mevki.

431) Örümcek ağından bir yapı, onlarınki vehmi bir kapı, ehl-i küfür yutacak, mahşer günü hapı.

432) Ey Yûnus! Nefsine kondurmuyorsun toz, kibrin aleyhine ne büyük bir koz; ateşe girer olur köz. Marifet dolu öz, ne güzel bir göz.

433) Rüzgâr ol, hikmet es! Göremez bizi herkes.

434) Ruhum hep gurbette, yüreğim hasrette. Hakk’tan uzak durmak, binbir türlü işkence.

435) Yanıldın ve yanılttın, emelleri uzattın, amelleri kısalttın. Kendini göre göre, kendini bile bile, sen ateşe attın.

436) Dediler: “Ey şâir! Muhakkak, sen ancak bir delisin.” Dedim: “Ey Yûnus! Sen muhabbetin eli, aşkın bedelisin. Bırak herkes dilediğini desin.”

437) Gaflet dediğin ne çirkin bir nisyan, daldıkça ediyor insan isyan. Hoş görürsen insan olur İslâm, hor görürsen ziyan olur insan.

438) Ağlayan anlar dizelerimizi, Allah dostu sürer Peygamber izi. Kimileri inkâr eder bizi, kaybeder sonunda izimizi.

439) Bismillah diriliş, dua direniş ve sücûd yükseliştir.

440) Bir damla su ile gelip bir tohum taneciğiyle göçen insana kibir değil, tevazu yaraşır. Kibriya Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir ve O’na yakışır.

441) Zulüm karşısında sessiz kalmak, zulme taraftar olmaktan farksızdır.

442) Bir çuval altının içinde üç beş tane sahte altın var diye hiçbir akil insan diğer altınlardan vazgeçemeyeceği gibi, İslâm’da manen altın kıymetinde ve nispetinde olan hadisler içinde de birtakım uydurma hadisler var diye ne diğer hadisler ne de hadis ilmi inkâr edilebilir.

443) Çalışkan insanın beyni ve eli; tembel insanınsa çenesi ve dili çalışır.

444) Tepkilerin ekberi ve ekmeli tepkisizliktir.

445) Sükut en büyük taarruzdur.

446) Hüsn-ü zan hüsn-ü itikaddan gelir.

447) Sınırsız özgürlüğün olduğu yerde özgürlükten söz edilemez.

448) Gözün baştaki yeri, görevi, fonksiyonu ve işlevi ne ise sünnetin de dindeki yeri, görevi, fonksiyonu ve işlevi odur.

449) Toprak altına giren elmanın meyvesinin ve çöp kısmının çürüdükten sonra çekirdeğinden koca, meyvedar bir ağacın yaratıldığını gören nefse; nasıl olur da toprak altında eti ve kemiği çürüyen insanın acbüzzeneb tohumundan ikinci kez yaratılışı akıldan uzak görünür?

450) Müslümana tahakküm değil, istişare yaraşır.

451) Ve öyle bir kelime söyle ki tüm kelimeler onunla hayat bulsun.

452) Tasavvuf ihlâs, ibadet ve muhabbetle aşka ermektir.

453) Tasavvuf ahlâk-ı Muhammedîdir, edeptir.

454) Tasavvuf Allah’tan bir an dahi, göz açıp kapayıncaya dek olsa da, gaflet etmemektir.

455) Bana aşktan soruyorsunuz. Aşk odur ki: Mecnun’u da, Leyla’yı da Mevlâ’ya bağlaya. Kalp ekilen muhabbetle gülerken, gözler o toprağı sulamak için ağlaya.

456) Ey nefsim! Biri sana: “İki gözünü bana ver, mukabilinde tüm dünya senin olsun.” dese hiç tereddütsüz: “Hayır! diyeceksin. O hâlde o iki gözün tüm dünyadan daha değerlidir. Şükrünü eda etmek gerektir.

457) Ehl-i tarikat kalp ile; tövbeyle, zikirle gider Tevvâb’a, Kuddûs’e, Vedûd’a. Ehl-i kelam akıl ile; fikirle, hikmetle gider Alîm’e, Hakîm’e, Hakk’a. Ehl-i hakikat kalbiyle ve aklıyla; zikirle ve fikirle, ilim ve marifetle gider Allah’a.

458) Sözde mühim olan kelimenin kemiyeti değil, mesajın keyfiyetidir.

459) Ey nefsim! Günün karanlığından değil, gönlün karanlığından kork. Zira gerçek karanlık odur.

460) Kimseye düşmanlığımız yoktur bilesin. Bize kurşun atanlara gül uzatmaktır işimiz.

461) Bir elma çekirdeğinden koca bir ağacı halk eden Zât-ı Rahim-i Hafîz seni o toprak altında yokluğa atıp israf eder mi? Düşün! İnkâr ne yaşamın olabilir senin ne de düş’ün.

462) Nuruyla tüm âlemleri kuşatan Allah’a taklidi bir tarzda mekân isnat etmek doğru değildir. Böyle bir isnatta bulunan eğrilir ve eğriltir. Derhal bu isnattan vazgeçmelidir. Ancak Allah’ın bir ve tek, şeriksiz ve benzersiz oluşunu, yüceliğini ve muhteşem hâkimiyetini ifade etmek için O Zât-ı Akdes umum âlemlerin fevkindedir denilenilir, denilir ve öyledir.

463) Ey nefis! Eğer: “Biz ecdadımızdan böyle gördük.” şeklinde bir söylem insan için bir mazeret olsaydı, bu söylemi kullananlar Kur’an’da eleştirilmezdi. İnsan; okuyan, araştıran, öğrenen ve üreten kimsedir.

464) Atadan böyle gördük demek mazeret değildir.

465) Kim İslâm’ı Kur’an ve sünnette ararsa gerçek İslâm’ı bulur ve doğrulur. Kim de İslâm’ı başka yerlerde ararsa hurafeleri bulur ve boğulur.

466) Potansiyel salihler cevval salihlere inkılap etmedikçe ve İslâm’ı ef’âl ve ahval ile tebliğ etmedikçe nesl-i Kur’an ihya edilemez.

467) Akıl hikmete, hikmet istikamete sevk eder. Allah’ın kendine lütfettiği duyguları yerli yerinde kullanan insan meleklerin fevkine çıkar, duygularını doğru kullanamayan insan ise hayvanların da aşağısına iner.

468) Allah rızası için sa’y eden hiç kimse hiçbir yeri ve hiçbir şeyi: “Ben bulduğum gibi bırakırım.” diyemez, her yeri ve her şeyi en güzel şekilde bırakmaya çalışır.

469) Bulduğun gibi değil, en güzel şekilde bırak!

470) Küçük görülen maddeleri israf etmeyen, büyük maddeleri hiç israf etmez. Ve büyük maddelerin israfı küçük maddelerin israfı ile başlar.

471) İsrafın büyüğü küçüğü olmaz.

472) Fıtrat İslâm’ın gayrı olmadığı gibi, İslâm da fıtrattan ayrı değildir.

473) İslâm fıtrat dinidir.

474) Ey nefsim! Yûnus bin Metta (a.s) gibi nefsinden gayrı suçlayacak kimse arama ki nefis hûtundan, sefahet zulmetinden ve gaflet denizinden kurtulasın.

475) İnsan, şu misafirhane-i kâinatın en müşerref ve mükerrem bir misafiridir.

476) İnsan, mihmandar olan Sultan-ı Kâinat’ın en çok lütuf ve ihsanına mazhar olan bir misafiridir.

477) İnsan, istidatlarının kemiyeti ve keyfiyeti hasebiyle hadsiz ulvi ve süfli makam ve mertebelere namzet akıl ve irade ile donatılmış murassa bir eserdir, zîhayat bir aynadır.

478) İnsan, nihayetsiz âcizliği, müthiş zayıflığı ve hadsiz fakirliğiyle beraber mutlak bir kudretin, mükemmel ve sonsuz kuvvetin ve nihayetsiz bir gınanın tecellisine mazhar zîşuur bir aynadır.

479) İnsan, Melik-i Kâinat’ın esma-i hüsnasının ve sıfat-ı kudsiyesinin en mükemmel aynasıdır.

480) Başarıyı yakalayanlar hiç hata yapmayanlar değil, kendi hatalarından ve başkalarının yaptığı hatalardan ders çıkarabilenlerdir.

481) Tasarruf; fuzuli her sözün, lüzumsuz ve gayri zaruri her işin terk edilmesidir.

482) Nefsini yönetemeyen kimseleri yönetici tayin etmeyiniz. Aksi takdirde zulme iştirak edersiniz.

483) Dediler: “Bize öyle bir nasihatte bulun ki bir daha senden nasihat istemeyelim.” Dedim: “Hakk’ın tüm emirlerine itaat ediniz! Hakk’a ve halka verdiğiniz sözlere riayet ediniz!”

484) İyi bir yönetici kimi hangi vazife ile tavzif edeceğini iyi bilendir. Bunun içinse, istidatları keşfetmek gerektir. Ezcümle bu da ayrı bir yetenek gerektirir.

485) Önce keşfet, sonra tavzif et!

486) Asıl hastalık gaflettir, iman zayıflığıdır ve günah mikroplarının kalbi tümöre uğratmasıdır.

487) Sahih tasavvuf Kur’an ve sünnettedir. İnsan, tasavvuf zannıyla söylenen kendini şirke düşürecek her türlü sözden ve yapılan her türlü eylemden uzak durmalıdır.

488) Rehberi Kur’an ve sünnet olmayanın, şüphesiz ki rehberi şeytan ve nefs-i emmare olur.

489) Herkese eşit muamele etmek adalet değil, bir nevi zulümdür. Zira adalet hakkın mizan ile taksimi ve takdimidir.

490) Liyakatin hâkim olmadığı yerde dalkavukluk hüküm sürer.

491) Allah dostlarının sözleri kılıç gibi keskindir, ama ok gibi de dosdoğru.

492) İyi bir konuşmacı olmanın yolu iyi bir dinleyici olmaktan, iyi bir yazar olmanın yolu iyi bir okuyucu olmaktan geçer.

493) Ey nefis! Bil ki, bu kâinat ve tüm mahlukat aynadır! Sana Hâlık’ını anlatır ve Malik’ini tanıtır.

494) Âlem-i şehadet, tüm mahlukat ve zerrat nihayetsiz diller ile Zât-ı Akdes’in varlığına ve birliğine işaret, delalet ve şehadet eder.

495) İslâm’ı doğru bir şekilde, güzel bir dille, insanları kırmadan ve incitmeden anlatmak cihadın ta kendisidir.

496) Hamd evrensel küme, şükür alt kümedir. Binaenaleyh her şükür hamddir; lakin her hamd şükür değildir.

497) Hamd zülcenaheyndir. Bir kanadı şükür, bir kanadı sena.

498) Tüm mahlukat aynadır, kendine verilen kabiliyetler nispetinde aynadarlık ettiği Zât-ı Akdes’i bize isim ve sıfatları ile anlatır ve tanıt-tırır. Mahlukat içinde en güzel ayna insan, insanlar içinde en mükemmel ayna Muhammed (a.s.m)’dır.

499) O öyle bir Allah’tır ki vesvese ile gelen her türlü noksanlıktan münezzehtir. Tefekkürle elde edilen her türlü güzellikten çok daha güzeldir, mükemmeldir, mukaddestir ve pek yücedir.

500) Âlim olmak için gerek ve yeter şart Arapça bilmek olsaydı, Araplar’ın hepsi âlim olurdu.

501) Şirkten tevhid ile, küfürden iman ile, nifaktan zikir ile, günahlardan tövbe ile temizlenilir. Ve Müslüman bedenen tertemiz olmalıdır ki ism-i Kuddûs’e parlak bir ayna olabilsin.

502) Kibirlenmek küçüklüktür, kibirlenen küçültülür. Büyüklenmek alçaklıktır, büyüklenen alçaltılır.

503) Dini ilahiyat diploması olanlara, edebiyatı edebiyat diploması olanlara ve tarihi tarih diploması olanlara teslim eden bir millet; milli ve manevi değerlerini kaybetmeye mahkûmdur.

504) Kur’an’ı hıfzedene hafız, hazmedene âlim denilir.

505) İslâmî terör örgütü yoktur, İslâm’ı kullanan terör örgütleri vardır.

506) Merkeze Allah’ın rızası yerine insanın rızasını alan hiçbir ictihad, hiçbir fetva arzîlikten kurtulamaz ve semavi olamaz.

507) Ey nefsim! Hizmet ettiğini iddia ettiğin konumda ve durumda insanlara tepeden bakma ve haddi aşma! Ta ki hizmetin eziyete inkılap etmesin.

508) Şiiri belli bir kalıbın içine sokmaya çalışanlar o kalıbın içinde yok olmaya mahkûmdurlar.

509) Biz yazdıklarımızı yaşamaya çalışmadık, Allah’ın bir lütfu ki yaşadıklarımızı yazdık.

510) İnsanlardan özür dileyemeyen kimse Allah’tan af dilemez.

511) Kul hata da eder özür de diler.

512) İlme talip olmak, uykusuz gecelere talip olmaktır.

513) Dediler: “Sen Kürt müsün, Türk müsün, Arap mısın?” Dedim: “Ben önce Müslümanım, sonra Türk’üm. Hem Türk’üm; ama Türkçü değilim.”

514) Üslubunda virüs bulunan hiç kimse idareci olmaz, olamaz ve olmamalı.

515) Gemiye dümencilik etmekle sorumlu iken, geminin diğer hizmetkârlarının hizmetlerini inkâr ederek haklarını gasbeden ve yiyen kimseden daha zalim kim olabilir?

516) Dünyaya değil, muhabbet-i ilahiye talibiz. Beldelere değil, yüreklere talibiz.

517) Biz âlemlere değil, kalemlere konuştuk. Biiznillah kalemler konuşacak âlemlere.

518) İctihadın merkezinde rıza-i ilahi olmalı, rıza-i insani değil.

519) Tenkit ve tehdit motivasyonu düşürerek çalışma şevkini kırdığı gibi, takdir ve tebrik dahi motivasyonu yükselterek çalışma şevkini artırır.

520) İhtiyaçların değişmesi talepleri değiştirdiği gibi, asırların tebeddülü de müceddidleri tebdil eder.

521) Evliya kime kulluk ederek terakki ve teali etti ise, sizler de O’na kulluk ederek yükseliniz ve yüceliniz. Evliyadan medet beklemeyiniz. Medet yalnız Allah’tan dilenir ve yalnız O’ndan gelir.

522) Tüm kâinat ve mahlukat Allah’ın vücudunun ve vahdetinin ayineleri ve şahitleri olmaktan başka bir şey değildir.

523) Elbette sünnete ittiba etmek gerektir ve elzemdir. Ancak sünnete ittiba bahanesiyle harama girmek de kâr-ı akıl-ı insan ve netice-i iman ve İslâm değildir.

524) Ey nefis! Söz konusu eleştirmek olunca, tüm dünyayı eleştiriyorsun. Söz konusu eleştirilmek olunca, bir tek insanın dahi eleştirisine tahammül edemiyorsun.

525) Kalem ile konuşmayı öğrendiğimden beri dil ile konuşmayı unuttum. Hâl ile konuşmayı öğrendiğimden beri kál ile konuşmayı unuttum. Rabbimi bildiğim günden beri kendimi unuttum.

526) Şâirler toplumun kalbi ve duygularının en güzel tercümanıdır.

527) Varlığın Var Eden’in varlığına delildir. Senin ölmenle birlikte bu âlemde varlığın hâlâ devam etmesi Var Eden’in devam ve bekasına delildir.

528) İşitmen işittirenin işittiğine delildir.

529) Görmen gördürenin gördüğüne delildir.

530) En büyük hırsızlık başkasının zamanını çalmaktır.

531) Zulmeden herkes zalimdir. Her zalim alçaktır. Zalimlerin en alçağı ise, zulmünün farkında olmayandır.

532) Fikir ve ilim adamlarının kıymetlerini, öldükten sonra anlamaya devam eden her millet yerinde saymaya mahkûmdur.

533) Zulüm adaletin zıttıdır. O hâlde adil olmayan herkes zalimdir.

534) Kur’an ile haşir neşir olmaya devam eden bir mümin daha dünyadayken cennetin kokusu alır.

535) Emeğe ve alın terine hürmet etmeyenler, insaniyetten nasibi olmayan kimselerdir.

536) Anlayabilenler anabilenlerdir.

537) Sınırsız özgürlük kaos doğurur.

538) Ne olur affet! Sen’indir sonsuz rahmet! Ne olur lütfet! Sen’indir sonsuz hikmet. Ne olur bahşet! Sen’indir ancak izzet!

539) Kâinat da mahlukat da ancak aynadır.

540) İnsan bu âleme sadece yiyip içip rahatça yaşamak için gönderilmemiştir. Kendisine verilen istidatlar, insanı ulvi bir gayeye sevk etmektedir. Bu istidatların başında da tefekkür gelmektedir. İnsanı insan yapan da akıl ve tefekkür değil midir?

541) Her insanın kendine: “Kimim ve neyim? Bu âleme nereden geldim? Nereye gidiyorum?” şeklinde sorular sorması akıl ve hikmetin gereğidir.

542) İnsan öncelikle kendini okumalı, düşünmeli, fehmetmelidir.

543) Ey insan! Sen bir hiç iken seni adem âleminden vücûd âlemine çıkaran Âlemlerin Rabbi Allah’tan başka kimdir? O Allah ki seni adem zulümatından kurtardı. Taş yapmadı, bitki yapmadı, hayvan yapmadı, eşref-i mahlûkat olan insan keyfiyetinde yarattı.

544) Allah’tan başka hangi güç, hangi ilim bir damla suyu; gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan suretine dönüştürebilir?

545) Bir damla suyu terbiye ederek onu erkek ya da dişi olarak hangi keyfiyette yaratacağını tercih etmek, ona gözler ve kulaklar, eller ve ayaklar, dil ve dudaklar vermek; onu gören, işiten, düşünen ve konuşan bir insan suretine dönüştürmek elbette yalnızca külli irade sahibi Âlemlerin Rabbi Allah’ın işidir.

546) Hâlık-ı Basîr-i Hakîm insanın gözlerini en güzel şekilde yaratmış, yerli yerine koymuş ve kirpiklerle korumuştur.

547) Bizleri hiçten, yoktan var eden ve bizlere gözler açan Âlemlerin Rabbi Allah, elbette ki gözlerimizi ve gözlerimizin gördüğünü layıkıyla görür. Basit bir gözlüğü yapan bir gözlükçü nasıl ki o gözlüğün gördüğünü görerek o gözlüğü icat ediyorsa, bize gözü ihsan eden Basîr-i Zülcelâl-i Ve’l-İkrâm da şüphesiz ki gözlerimizi ve gözlerimizin gördüğünü görmemekten münezzehtir ve pek yücedir.

548) Maddi anlamda en fakir bir insana dahi: “İki gözünü bana ver, mukabilinde tüm dünya senin olsun!” deseniz hiç düşünmeden: “Ben görmedikten sonra dünyayı ne yapayım?” diyecektir. O hâlde dünyadan daha değerli olan bu gözlerimiz için dünya kadar şükretsek yine de azdır.

549) Bize kulaklar açan ve sesleri kulaklarımıza saçan Âlemlerin Rabbi Allah kuşkusuz bizi, tüm mahlûkatın sesini ve kulaklarımızın işittiğini hakkıyla işitir. Basit bir işitme cihazını yapan bir kişi nasıl ki o cihazın fark ettiği sesleri fark edip, tabiri caizse işittiğini işiterek o cihazı icat ediyorsa, bize kulağı ihsan eden Semi’-i Zülcelâl-i Ve’l-İkrâm da şüphesiz ki sesleri ve kulaklarımızın işittiğini işitmemekten münezzehtir ve pek yücedir.

550) Allah insanoğluna dil diye tesmiye ettiğimiz öyle bir nimet vermiştir ki bu küçücük et parçası sayesinde hem Hâlık-ı Hakîm’in yarattığı nihayetsiz tatları ayırt ederiz hem de aklımıza, ruhumuza, kalbimize tercüman olan bu dil sayesinde kendimizi ifade ederiz.

551) Sâni’-i Hakîm insanı her bir azasıyla bir sanat eseri olarak halk etmiş ve yine her bir azasına ayrı ayrı hikmetler takmıştır.

552) Saçlar, kaşlar ve kirpikler üçü de görünüş itibariyle birer kıl olmasına rağmen, Sâni’-i Hakîm-i Adl-i Hafîz kaşlar ve kirpiklere bir ölçü, bir sınır koymuştur.

553) Bir A4 kâğıdı kadar küçük bir alanda aynı azaları yerleştirmek suretiyle böyle nihayetsiz simaları halk etmek her şeyin yaratıcısına has öyle mükemmel bir tasarruftur ki akılları hayrette bırakıyor.

554) Hâlık-ı Hakîm-i Kadîr-i Zülcelâl’in varlığını ve birliğini ilân ve ispat eden iki çeşit âyeti vardır:

1) Kelam sıfatından gelen, Cebrail (a.s) aracılığıyla vahiy yoluyla indirdiği âyetler.

2) Kudret sıfatından gelen, kitab-ı kâinattaki her bir mahlûku üzerinde tecelli eden âyetler ki buna tekvini âyetler diyoruz.

555) Kelam sıfatından gelen okuduğumuz Kur’an-ı Kerim ile kudret sıfatından gelen tabiri caizse kitab-ı kâinat olan Kur’an ve bu iki kitaba ait âyetler karşılıklı olarak birbirine işaret eder, birbirini izah, ispat ve tefsir eder.

556) Kur’an’ı indiren, kitab-ı kâinatı yaratandan başkası olmadığı gibi, şu kitab-ı mûcize-i kâinatı halk eden de Kur’an’ı indirenden gayrısı değildir. O hâlde müessir elbette eserini anlatacak, izah edecek ve tefsir edecektir.

557) O Allah ki sizi bu dünya sarayına bir misafir yolcu, çiçeklerle müzeyyen yeryüzü sergisine bir misafir seyirci olarak göndermiş; onun üzerinde dolaşır ve Sâni’-i Hakîm’in sanat eserlerini temaşa edersiniz. Dünya misafirhanesine, dünya sarayına o koca güneşi bir lamba, bir soba yapmış. Yine geceleri zifiri karanlıkta kalmayın diye ay’ı o saray ahalisine bir kandil ve yıldızları da mumlar kılmış. Hâl böyleyken nasıl bu işleri görmezden gelir, tesadüfe verir de Hâlıkınızı inkâr edersiniz?

558) Bu şuursuz ve iradesiz rüzgârlar bizi bilmez ve sesimizi duymaz ki bize şefkat ederek yağmur yüklü bulutları bizim için kaldırıp muhtaç olduğumuz yere sevk etsin! O bulutları, rüzgârları istihdam ederek dilediği yere sevk eden Semi’i-Mucîb’tir, Basîr-i Kadîr’dir, Hakîm-i Mutlak’tır.

559) Kadîr-i Ezeli, Hakîm-i Ebedi tarafından gök ile yer arasında boşlukta durdurulan bulutun ne aklı var ne ilmi, ne şefkati var ne iradesi, ne hikmeti var ne de kudreti. O hâlde bize yağmuru getiren bu şuursuz bulutlar değil; bizi yaratan ve yaşatan, her türlü ihtiyacımızı görüp gözeten Âlemlerin Rabbi Allah’tır ki o bulutlar O’nun mülkünde ancak bir perdedir, onları su ile dolduran muhtaçlara koşturan Kadîr-i Rahim’dir.

560) Katarat-ı yağmur (bilhassa da dolular) öyle mizanlı, öyle intizamlı ve hikmetli bir şekilde halk ediliyor ve indiriliyor ki fırtınalar ve dehşetli rüzgârlara rağmen o mizan ve nizam bozulmuyor, bu katreler birleşerek muzır maddeler hâline gelmiyor. Hikmet ve rahmetle halk edilen yağmur, mizan ve intizamla yeryüzüne gönderiliyor; gayet hikmetli işlerde şuurkârane istihdam ediliyor. O hâlde bu işleri yapan akılsız, ilimsiz, şuursuz, iradesiz yağmur taneleri değil; Vâhid-i Ehad, Rahmân-ı Kadîr, Rahîm-i Hakîm-i Hâkim’dir.

561) Gök gürültüsü ve gürlemesi de Âlemlerin Rabbi Allah’ın azâmet ve kibriyasını haykırır ve ilân eder, O’nu hamd ile tesbih eder.

562) Nasıl olur da sizi yaratıp yeri size bir döşek, semayı bir bina, bir tavan yapıp, o nihayetsiz rızıklarla sizi besleyen Rabbinize ortak koşarsınız? Hiç düşünmüyor musunuz? Allah’tan başka taptığınız hiçbir şey ne bir zerreyi yaratabilir ne de sizi rızıklandırabilir.

563) Sizi yaratmada, yaşatmada, rızıklandırmada ve hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir şekilde; hiçbir şeriki, hiçbir ortağı ve hiçbir dengi olmayan Allah’ın elbette ibadette de hiçbir ortağı yoktur.

564) Tüm insanlar da aslında acz, zaaf ve fakr ile yer yüzünde bir bebek gibidir. Yeryüzü Allah’ın kusursuz esma ve sıfatları ile onları bağrında barındırır ve sütü ile besler.

565) Arzı halk eden Hâlık-ı Hakîm, yeryüzünde insanlar sarsılmasın diye ağır baskılar yaptı. Yani Mevlevî gibi döndürülen dünyamız bu hareketiyle insanları çalkalayıp sıkıntıya sokmasın diye o yeryüzünde suya mukabil dağlar da halk edildi.

566) Hâlık-ı Hakîm; tarımsal ürün çeşitliliği, akarsular için su deposu, muhtelif hayvanlar için yaşam alanı, yer altı kaynaklarının depo alanı olması ve hakeza birçok hikmetle halk ettiği dağları aynı zamanda, küre-i arzın hareketi hengâmında dengenin sağlanması ve yeryüzünün sarsılmaması için de kazıklar kılmıştır.

567) Allah’ın yarattığı her şey aslında bir mûcizedir, yeter ki biz bakmasını bilelim.

568) Ey insan! Gel şimdi bak şu toprağa ki aynı topraktan limon, portakal, greyfurt, üzüm, zeytin, nar, muz, incir, erik, badem, kayısı ve hakeza türlü türlü meyveler, bitkiler çıkarılıyor. Aynı su ile sulandıkları hâlde bunların kokuları, renkleri, şekilleri, tatları birbirinden farklıdır. Bazıları tatlı, bazıları ekşidir. Bütün bu farklılıkları yapan; aklı, ilmi, iradesi, kudreti, şefkati olmayan, seni tanımayan ve bilmeyen şu şuursuz toprak mı? Yoksa seni hiçten, yoktan halk eden, sana bir dil ve iki dudak veren, şefkatiyle midenin ve bedeninin her türlü ihtiyaçlarına cevap veren, yeryüzünü sana sofra gibi seren Hâlık-ı Vâhid-i Ehad, Rezzak-ı Kadîr-i Zülcelâl mi? Elbette Allah diyeceksin! O hâlde hiçbir şeyi O’na ortak koşma! Ve hiçbir şeyi O’nun kudretinden uzak görme!

569) Ey insan! Senin Rabbin O’dur ki sendeki nihayetsiz acz, fakr ve zaafa binaen inek, deve, keçi ve koyun gibi hayvanları nihayetsiz kudreti, ğınası ve kuvvetiyle senin için âdeta bir süt fabrikası hükmüne getirmiş, seni bir bebek misillü şu arz beşiğinde rahmetiyle rızıklandırır ve şefkatiyle besler. İşte bu tasarrufuyla sana varlığını ve birliğini; esma ve sıfatının nihayetsiz güzelliklerini ve her türlü noksanlıktan münezzehiyetini ilân eder. Sen dahi O’nu eserleriyle ve bu muhteşem tasarrufları ile bil ve tanı!

570) Aklı ve ilmi olmayan bir arının elindeki malzemeyi israf etmeden âdeta profesyonel bir matematikçi gibi en hikmetli şekil olan düzgün altıgen şeklinde petek yapması, mükemmel bir iş bölümü ile çalışması; her bir ağaca, her bir bitkiye giderek bal özü toplaması, (güya insanları düşünüp, onlara acıyıp şefkat ederek!) şifalı ve mugaddi balı yapması, üstelik karnındaki bal ile vücudundaki zehiri birbirine karıştırmaması açık bir şekilde gösterir ve ilân eder ki bütün bu işleri yapan Hâlık-ı Hakîm, Kadîr-i Mutlak, Şâfi-i Rezzak-ı Rahim Âlemlerin Rabbi Allah’tır.

571) Allah’ı unutup, O’ndan gaflet ederek ve O’nu bir tarafa bırakarak yalvardığınız o uydurma ilahlarınız, kendilerinden medet beklediğiniz o sözde ilahlarınız var ya, onların hepsi toplansalar, bir araya gelseler bir sinek dahi yaratamazlar.

572) Bir sineği yaratamamanın verdiği eziklik, bir fili yahut deveyi halk edememenin verdiği eziklikten daha azimdir. Çünkü insan sineği fil ve deveye göre daha âciz ve zayıf görmektedir.

573) Bir hasta kendisine reçete yazan doktora ne ihtiyacın var ki bana beş tane ilaç yazmışsın diyemeyeceği gibi gaflet illetine müptela insan da: (hâşâ) “Allah’ın benim ibadetlerime ne ihtiyacı var ki?” diyemez. Zira hasta olan, her şeye ve ilaç-ı hidayet kullanmaya muhtaç olan da kendisidir. Şâfi-i Hakîm-i Samed ancak Âlemlerin Rabbi Allah’tır.

574) Ey gafil insan! Yakînen bil ki tüm kâinat Allah’ın mülküdür ve kâinattaki ve mahlûkattaki bütün tasarruf O’nun ilmi ile, O’nun iradesi ile ve O’nun kudreti iledir, her şey O Kayyum-u Baki ile kaimdir, yalnızca O’nun ile vardır, O’nun dilemesi ile devam eder. O hâlde O Kayyum-u Baki’ye iman ve tevhid ile teslim ve tevekkül ile ubudiyet ve dua ile istinad et ve iltica et ki saadet-i dareyne mazhar olasın!

575) Tatlı ve tuzlu su bir olmadığı gibi muvahhidle müşrik, müminle kâfir, salihle fâsık, iyi ile kötü de bir olmaz.

576) Ey insanlar! İşte gemileri görüyorsunuz denizin dağlar gibi dalgalarını yarıp, içindeki insanları, ağır ağır yükleri ve eşyaları taşıyor. Hâl böyleyken denizde batmadan ilerliyor. Zira onlar; Kayyum- Ezeli’nin, Kadîr-i Bâkî’nin, Vâhid-i Ehad’in mülkünde, O’nun koyduğu kanunla ve O’nun külli iradesiyle ve izniyle yürürler. Bu Âlemlerin Rabbi Allah’ın size büyük lütfudur ki gemilere binip, uzak diyarlara selametle gidip çeşitli ticaretler yapıyorsunuz. Hem o denizlerden taze etler yiyorsunuz, ziynet eşyaları çıkarıyorsunuz. Gemiyi ve denizi sizin hizmetinize, sizin emrinize veren Allah her türlü noksanlıktan münezzehtir ve çok yücedir.

577) Ey insan! Denizler ve nehirler; sayıları adedince ve hikmetleri ve faydaları adedince ve içlerindeki mahlûkat adedince ve o mahlûkatın hikmetleri ve faydaları ve sanatları ve tezyinatları adedince binler, yüz binler ve hadsiz diller ile O Vâcib-ül Vücud’un, Sâni’i-i Hakîm’in, Hafîz-i Adl’in, Hâlık-ı Bedi’in, Musavvir-i Vâhid-i Ehad’in varlığına ve birliğine ve nihayetsiz hikmetine ayrı ayrı dillerle işaret ve şehâdet ederler; hayat, basar, ilim, irade, kudret sıfatlarının mükemmel tecellilerine ayinedirler.

578) Yaratan’ın yarattığını bilmemesi mümkün mü? Hâşâ ve kellâ!

579) Alîm-i Külli Şey’, Vâhid-i Ehad’in kendisine ihsan ettiği cüzi bir akıl ve iradeyle basit bir bilgisayarı ve cep telefonunu icat eden bir insan dahi kendi ürettiği o bilgisayarın ve cep telefonunun çalışma standartlarını, kamerasını, işletim sistemini ve hakeza tüm özelliklerini bilsin de Hâlık-ı Külli Şey’, Alîm-i Mutlak mahlûkatını, mülkünü ve mülkünde cereyan eden hâdisatı bilmesin, öyle mi? Hâşâ ve kellâ! Evet, Hâlık-ı Kâinat’ın elbette kâinatı ve mahlûkatı ve mülkünde cereyan eden hâdisatı bilmemesi mümkün değildir.

580) Ne bir nefis, Ne bir nefes, Ne bir ins, Ne bir cin, Ne bir hayvan, Ne bir nebat, Ne bir toprak, Ne bir yaprak, Ne bir hayat, Ne bir memat, Ne bir niyet, Ne bir duygu, Ne bir düşünce, Ne bir söz, Ne bir ses, Ne bir göz, Ne bir bakış, Ne bir eser, Ne bir fiil, Ne bir iş, Ne bir sistem, Ne bir organ, Ne bir doku, Ne bir hücre, Ne bir molekül, Ne bir atom, Ne bir zerre ve hakeza hiçbir şey O’nun ilim dairesinin haricinde değildir, hiçbir şey O’ndan gizlenmez ve gizlenemez; O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

581) Bütün nefisler ve nefesler ve kalpler ve maddi ve manevi ameller O’nun ilmiyle ve O’nun dilemesiyledir. O yaratmayınca ve dilemeyince hiçbir nefes alınamaz, hiçbir nefis yaşayamaz, hiçbir göz göremez, hiçbir dil konuşamaz, hiçbir zerre yerinden oynamaz, oynayamaz ve hakeza…

582) Hâlık-ı Külli Şey’ her an yeni bir yaratma ile mahlûkatının yardımına ve imdadına yetişmezse hiçbir mahlûk kendi ihtiyacını halk edemez ve onu kendine getiremez ve o hayatı idame ettiremez.

583)Ey insan! Sen ki eşref-i mahlûkat olarak yaratılmışken ve akılla donatılmışken bir elmayı yapamıyorsun. Hâlık-ı Hakîm, Rezzak-ı Kerîm’in o mûcize nimetini nasıl olur da aklı, şuuru, ilmi ve hikmeti ve kudreti olmayan zerrat-ı havaya yahut zerrat-ı toprağa verirsin?

584) Elmayı yaratan O Zât’tır ki gökleri direksiz yükseltmiştir ve kudretiyle koca küre-i arzı boşlukta Mevlevî gibi döndürür, mevsimleri değiştirir, muhit ilmi ve külli iradesiyle ve mükemmel rahmetiyle onu halk eder ve keremiyle sana ikram eder.

585) Nasıl ki tüm kâinat ve mahlûkat Allah’ın varlığına ve birliğine nihayetsiz dillerle şehâdet eder, öyle de tüm vahiyler, semavi suhuflar ve mukaddes kitaplar da Allah’ın varlığına ve birliğine mükemmel ve ekmel ve sarsılmaz bir şekilde şehâdet eder.

586) İnsanlığın en mümtaz şahsiyetleri olan, kendilerinden hiçbir yalan sudur etmeyen, hiçbir menfaat gözetmeyen, muhtelif zamanlarda gönderilen ve mûcizelerine istinaden davalarını ilân eden yüz yirmi dört bin peygamber لآَ اِلٰـﻪَ اِلاَّ ﷲُ diyerek Allah’ın varlığını ve birliğini anlatıp insanlığı tevhide davet etmiştir.

587) Şimdi düşün ey insan! Asla yalan söylemeyen ve bulunduğu toplumlardaki herkesin doğruluğuna şehâdet ettiği yüz yirmi dört bin kişi muhtelif zamanlarda gelip dese: “Şu dağın arkasında bir ateş var!” Artık bundan hiç şüphe edilir mi? Yahut bu haber duymazdan gelinebilir mi?

588) Yüz yirmi dört bin peygamberin mûcizelerine istinaden iddia ettiği ve tüm kâinatın ve mahlûkatın lisan-ı hâlleriyle şehâdet ettiği bu dava hakkında, göklerin ve yerin yaratıcısı hakkında nasıl olur da şüphe edilir? Onların verdiği bu haber nasıl duymazdan gelinir? Bu haberi tasdik etmeyen, o mümtaz şahsiyetlere inanmayan nasıl bir çıkmaza girer? Kendini nasıl bir azaba müstahak eder? Bak! Düşün! Ve imanın hadsiz delillerini, küfrün nihayetsiz muhâliyetini gör!

589) Ey insan! Nasıl ki bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki başkan olmuyorsa ve olamıyorsa öyle de son derece mükemmel ve intizamlı ve tüm mahlûkatıyla nihayet derecede mizanlı ve hikmetli şu kâinatta da birden fazla ilah olmaz ve olamaz!

590) Âlemlerin Rabbi Allah yaratılanların ve mülkün ve onlardaki tasarrufun tek sahibi, tek hâkimidir. O, yarattıklarının ve eserlerinin ve müşahede edilen mahlûkatının şehâdetiyle gökleri direksiz yükseltip semavat âlemindeki milyarlarca galaksileri, milyarlarca gezegenleri, kentilyonlarca yıldızları o müthiş büyüklükleri ile birlikte, müthiş bir sür’atle düşürmeden boşlukta durduran, birbirine çarptırmadan hep birlikte gezdiren ve döndüren sonsuz kudretiyle yüceler yücesidir ve her türlü noksanlıktan münezzehtir. Her şey O’nun emir ve iradesiyle, hüküm ve kudretiyle cereyan eder. Mülkün ve mahlûkatın tek sahibi olduğu gibi, külli iradesiyle dilediğini dilediği şekilde noksansız ve kusursuz bir şekilde yapmaya kâdirdir. Her istediğini kendi kudretiyle yapar. Hiçbir yardımcıya ve hiçbir vekile ve hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur.

591) Zaman, tümüyle algılayana bağlı, göreceli bir mefhumdur. Zamanın göreceliği, rüyada aşikâr bir biçimde yaşanır. Rüya âleminde gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın saatlerce sürdüğünü hissetsek de gerçekte, dünya âleminde tüm gördüklerimiz ve yaşadıklarımız birkaç dakika ve hatta birkaç saniyede gerçekleşmiştir.

592) Vücûd sücudu iktiza eder.

593) Nasıl ki iyi bir ressamı çizdiği resimlerle, iyi bir ustayı ürettiği eserlerle tanıyorsak öyle de bu misafirhane-i dünyada Âlemlerin Rabbi Allah’ı halk ettiği mucizevi sanat eserleriyle tanımakta ve O’nun isim ve sıfatlarını bu eserlerle idrak edebilmekteyiz.

594) İnsanın yaratılmasının ve bu dünyada misafir edilmesinin sebebi ve hikmeti Allah’ı layıkıyla tanımak ve O’na hakkıyla kul olup ibadet etmektir.

595) Hiç şiir yazmamış kimselerin şiir hakkında yapmış oldukları tanımlar klasiktir ve bir ezberden ibarettir.

596) Şiir, az sözle çok şey anlatma sanatıdır.

597) Şiir, bir hikmet arayışıdır.

598) Şiir; söz sanatının şahıdır, padişahıdır.

599) Şiir, ruhun kanat çırpışıdır.

600) Şiir; dilin ve kelimelerin keşşafıdır.

Şair’ül İslam Yunus Kokan

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.